Prince of Persia: The Lost Crown
Kimler oynamalı
- Prince of Persia hayranları
- İki boyutlu platform oyunlarını sevenler
- Zorlu ama adil boss dövüşlerinden hoşlananlar
- Metroidvania olmazsa olmaz diyenler
Kimler uzak durmalı
- Geniş ve açık haritaları sevmeyenler
- Sakin oyunlardan hoşlananlar
Öyle tahmin ediyorum ki yaşı 30’u geçmiş herkes Prince of Persia’yı ayrı bir yere koyuyordur. Belki 1989’da çıkan ilk Prince of Persia oyunu aklını almıştır. Ya da 2003’te başlayan Sands of Time üçlemesi ile büyümüştür. Öyle ya da böyle çoğu oyuncu için özel bir seridir. Zannımca The Lost Crown’un yeterince ilgi görememiş olmasının arkasındaki sebeplerden birisi seriye duyulan bu özel sevgi.
“Sevilen bir serinin satmamasının arkasındaki sebep nasıl sevgi olabilir?” dediğinizi duyar gibiyim. Hemen açıklayayım!
Yıllardır birbirinin aynısı, kule tırmanmalı açık dünya diye tarif edilen oyunları pompalayan Ubisoft’tan, koyu tenli ve rastalı bir prens gelince herkes “bu ne yeaa” diye burun kıvırdı. Üstelik 2.5D bir platform oyunuydu. Oyun dünyası ile çok fazla ilgilenmeyen, arada bir Assassin’s Creed ve Call of Duty oynayan insanları ilgisini çekecek bir konsept değildi. Ubisoft ise bunun önüne geçmek için bir şey yapmadı. Sadece bir iki fragman yayınlamakla yetindi.
Hal böyle olunca önyargı ile yaklaşan eski fanlar The Lost Crown ile ilgilenmedi. İki boyutlu bağımsız oyunlara benzediği için yeni oyuncu çekemedi. Yatırımcılar da Prince of Persia markasından daha fazlasını beklediği için satışlardan mutlu olmadı.
İnanın ki serinin hayranlarını anlıyorum. Neticede ben de onlardan birisiyim. Ama bu uzunca girişten sonra önyargıların oldukça yersiz olduğunu tahmin etmişsinizdir. Prince of Persia: The Lost Crown piyasadaki en iyi ve en akıcı iki boyutlu metroidvania’lardan birisi olmayı başardı!
Konu önyargılardan açılmışken şunu bir açığa kavuşturalım: ortada koyu tenli ve rasta saçlı bir Pers prensi yok! Oyunun ana karakteri Sargon bir prens değil! Ölümsüzler diye adlandırılan elit birliğin bir üyesi.
Pers İmparatorluğu zorlu ve kurak bir dönemden geçmektedir. Yetmiyormuş gibi düşman orduları da kapılara dayanmıştır. Mağlubiyete beş dakikaka kala Ölümsüzler birliği olaya dahil olur. Biz de tam olarak bu noktada kontrolü elimize alıyoruz. Eğitim bölümü gören açılışın sonunda düşman ordusunun generalini alt ediyor ve savaşı kazanıyoruz.
Zorlu savaşın ardından kraliçe sarayda kutlama yapar. Kutlamalar esnasında bir ihanet sonucunda prens kaçırılır ve Ölümsüzler olarak anında peşine takılırız. Haini Kaf Dağı’ndaki kralların kralı Darius’un terk edilmiş sarayına kadar takip ederiz. Saraya adımımızı atar atmaz çok garip olaylara şahit oluruz. Bizden on dakika önce içeri giren asker yaşlanmış ve otuz yıldır orada olduğunu iddia eder. Anlayacağınız üzere Kaf dağında zaman alıştığımız gibi akmıyor. Bütün bu kaosun ve bilinmezliğin içinde prensi aramaya başarız.
Oldukça ilgi çekici başlayan hikaye oyun boyunca hiç hızını kesmeden devam ediyor. Bolca ihanet ve sürprizlerden sonra da tatmin edici bir şekilde son buluyor. Hatta sonunda biraz duygulanmadam desem yalan olur. Kısaca hikayesi ile benden tam not almayı başardı The Lost Crown.
Ama oyunu tek alamet-i farikası hikayesi değil. Bir Prince of Persia oyunundan bekleyebileceğiniz şahane bir oynanışı da var. Hatta bana oyunu tek bir kelime ile anlat derseniz akıyor derim. Hele bir de oyunun sonlarına doğru bütün hareket yeteneklerini açtığınızda haritada gezinmek bile çok eğlenceli bir hale geliyor. Ki bu çok iyi bir şey çünkü harita KOCAMAN!
Son yıllarda çoğunlukla ufak oyunlar oynadığım için midir bilmiyorum ama The Lost Crown’un haritası böyle bir oyun için bana çok büyük geldi. Üstelik sadece laf olsun diye boş bir harita yapmamışlar. Hemen hemen her yerinde bulmacalar, mini boss’lar veya reflekslerinizi zorlayacak platformlar var.
Mini boss demişken dövüşlerden de bahsedeyim birazcık. Genelde zorlu boss dövüşlerinden hoşlanmama rağmen The Lost Crown beni bu konuda da kazandı. Dövüş sistemi aynı hareketleri gibi çok akıcı. Aslında düşününce çok farklı bir şey yok ortada. Zıplamalardan, kaçınmalardan ve bloklardan bahsediyoruz neticede. Fakat her şey o kadar iyi yedirilmiş ve cilalanmış ki dayak yediğim zaman dahi üzülmüyorum. Yenilen pehlivan güreşe doymaz misali tekrar tekrar dövüşesim geliyor. Dövüş esnasında animeleri aratmayan özel saldırıların ve ara sahnelerin de katkıları da büyük tabii.
Belki de her şeyden önemlisi dövüşler adil hissetiriyor. Düşmanların animasyonlarından yapacakları saldırıyı çok net görebiliyorsunuz ve karşılık vermek için vaktiniz oluyor. Beceremediğiniz zaman bunun tamamen sizin suçunuz olduğunu biliyorsunuz yani. Her şey bu kadar netse neden beceremeyelim diye soruyorsanız hız diyebilirim. Özellikle boss’lar ve mini boss’lar yerlerinde durmyor hiç. Sürekli uçup kaçıyor. Dolayısıyla düşmanlarınızı çok dikkatli bir şekilde takip etmeniz gerekiyor.
Tabii her metroidvania’da olduğu gibi Sargon’un yeteneklerini oyun boyunca geliştirebiliyorsunuz. Hem canınızı arttırıyorsunuz hem de bizi güçlendirecek kolyeler bulabiliyorsunuz. Bu kolyelerin bazıları spesifik elementlere karşı direnç verirken bazıları vuruş hasarını attırmak gibi daha faydalı bonuslar veriyor. Bir anda sınırlı sayıda kolye takabiliyorsunuz. Dolayısıyla karşılacağınız zorlukları düşünüp ona göre bir şeyler seçmeniz lazım.
Her zorluğu kolyeleriniz ile çözemiyorsunuz ama ne yazık ki. Özellikle zor platformlar üzebiliyor. Bu şekilde benim sinirimi bozan sadece bir bölüm oldu. O da opsiyoneldi. Üstelik problemi sadece zor olması değil, aynı zamanda uzun olmasıydı. Bir odada kilitli kalıyorsunuz ve üç dakika boyunca hayatta kalmanız bekleniyor. Odanın çeşitli yerlerinden tek atan tuzaklar falan çıkyor ve oldukça hızlı tepki vermeniz bekleniyor. O yüzden olay daha çok deneme-yanılma ve ezber ile çözülüyor. Tahmin edersiniz ki aynı iki dakikayı onlarca defa oynamak oldukça sıkıcı ve sinir bozucu bir iş. Ama spesifik olarak bu oda haricinde beni bu denli üzen bir yeri olmadı. En azından bulabildiğim yerlerde olmadı. Haritanın tamamını açsam ve her şeyi bulmuş olsam da bir şeyleri kaçırmışım gibi hissediyorum.
Özetle Prince of Persia: The Lost Crown olmuş arkadaşlar. Prince of Persia isminin hakkını verdiği gibi piyasadaki en iyi metroidvanialardan birisi olmayı başarmış bana sorarsanız. Üstelik daha diyalog ortasında durup geçmişte konuşulanları okumak ve ayrıntılı zorluk ayarları gibi ulaşılabilirlik özelliklerinden bahsetmedim harika seslendirmelerinden bahsetmedim.
İster Prince of Persia’nın hayranı olun ister olmayın, iki boyutlu platform-aksiyon oyunlarından hoşlanıyorsanız kesinlikle oynamanız gereken bir yapım olmuş The Lost Crown. Eğlenceli ve dengeli dövüşlerinden platformlarına, bulmacalarından hikayesine kadar her şeyi ile olmuş. Bu yılın en iyi ve en çok hakkı yenen oyunlardan birisidir kesinlikle!
Filed under: Oyuncunun Notları - @ October 3, 2024 5:40 am
Tags: İnceleme, Metroidvania, Prince of Persia